Uçuş

Original – Story

“Yerde süzülmek varken neden göklerde sürünesin ki?”

Önündeki bilgisayar ekranına son bir defa baktı. Bu sefer farklıydı. Bu sefer karar vermişti. Bu kararı vermediği yolları da biliyordu zira. Hiçbiri farklı bir sona çıkmıyordu. Ekranına bir not defteri açtı. Bunun neden sanalı olmasın? Yalnızca bir nokta kondurdu içine. Hiçbir şey düşünmeden koşmaya başladı.

Ona ne çok uzak ne de çok yakın bir şehirde, Rami her zamanki gibi günün hararetine boğulmuş, para peşinde koşmaktan sararmış kalbi yorulmuş, Onunla beraber yaptıkları işi aklının ucundan dahi geçirmiyordu. Pek fazla prensibi yoktu, hiçbir zaman ihtiyacı olmamıştı. Bu yüzden bir sorumluluk da hissetmiyordu. Onun koştuğunu da haftalar sonra öğrendi zaten.

Nima’nın yakın olduğu kesindi. Hemen bir alt kattaydı. Yıllar boyu süregelen bir tutkusunun yeni bir evresini heyecanla, ya da hipnotize olmuş mu demeliyim, yaşıyordu. Bu yüzden Onunla aralarındaki bazı temel farklılıkları kavrayamamış, kavrayamadığını unutmuş, çok da uzak olmayan bir geçmişte düşüncesizce sözler sarf etmişti. Fakat bu Nima’nın oluş şekliydi, farklı bir şekilde olmak elinden gelmiyordu. Bu hâli de, insan günlerinin sıradan bir şekilde yoğrulmuş hallerinden birisiydi, ne abartılıydı ne yersiz. Onun uçtuğunu öğrenince Nima’nın nasıl hissedeceğini içini sızlatacak kadar merak ediyordu.

Bir diğeri gerçekten çok uzaktaydı. Hatta olabilecek en uzaklardan birisiydi demek yanlış olmaz. Onunla aralarında çok kuvvetli bir minnettarlık ve sevgi bağı vardı. Hayatı boyunca kendi dalgalarıyla hayat dalgaları arasında kalmış, kendi yolunu bulmaya çalışmış fakat her seferinde yeni bir şekle bürünüp aklını alt üst eden felaketlere ya da en azından güzel gülen bir tanesine maruz kalmıştı. O uçtuğunda, bu sefer kendi dalgalarına yakalanmış, kendine doğru faydasız bir yolculuğa çıkmıştı. Faydasız dediğime bakmayın, nereden baktığınıza göre elbette faydası var. Ancak ben bağlanan yolları görebiliyorum.

Vedir aynı şehirdeydi o sıra. O diğerleri gibi bir şeylerle boğuşmuyordu, gerçekten boğuşmaktan bahsetmediğiniz sürece. Çünkü ona bir hediye verilmişti. Düşüncelerinin derinliği biraz yol almaya görsün hemen söküp atıverirdi onları. Gözleri ne görür, teni ne hissederse onu yaşardı. Kendi gibi yaşamayanları da hiç anlamazdı doğrusu. Böyle bir ihtiyacı olduğundan da değil tabi. Beklendiği üzere, O uçarken burnunun ucundan ötesi onu ilgilendirmiyordu. Uçtuğunu öğrendiğinde dedi ki: “Yerde süzülmek varken neden göklerde sürünesin ki?”

Limon neredeydi kim bilir? Kendi o kadar sık değişirdi ki aynı simalar, manzaralar fazla dayanamazdı karşısında. Fırsatını buldu mu yenilerini koyardı zihnine. İşin kötüsü ya da iyisi, bunu ben bilmiyorum, fikirleri de öyleydi. Kendi içindeki bu dişli, yani zorlu demek istiyorum, çark ruhunu o kadar aşındırmıştı ki bir başına kalamaz olmuş, bir yolunu bulur bir parça koparırdı talihsizlerin ruhundan. Yine de Limon’u, evet ben bile, pek fazla anladığımı söyleyemem. Ancak sanıyorum O uçmaya kalktığında, Limon huzur bulduğu nadir yerlerin birinde, rüyasız uykusunu tüketmekteydi.

Hepsinin arasında Dahlia, yerküreyle ölçülemeyecek bir yakınlıkta duruyordu Ona. Görmezden gelemediği, gökyüzüyle arasında set olmuş büyüyen bir tek o vardı. Neyse ki karanlık yetişti yardımına, ikisinin içlerinde bulunan azlık kara birleşti ve kutsadı Onu gökyüzünde sürünsün diye. Başka türlü Dahlia’yı aşamazdı O. Başka türlü uçamazdı.

Uçamadı da. Gökten düştü yere, kafatası açıldı ve saçıldı. İçi dışardayken daha fazla değer gördü.